Çok sevdiğim, TÜBİTAK popüler bilim kitaplarından olan; “Beynine bir kez hava değmeye görsün” kitabından, “kanser, yaşam ve ölüm” üzerine yazılmış bir bölüm aktarmak istiyorum sizlere. Daha önce başka bölümlerinden alıntılar da aktarmıştım. Kitabın yazarı, kendisi de bir doktor (beyin cerrahı) olan Dr. Frank Vertosick Jr.
Kitap bir tıp adamının, tıp ile ilgili anılarından oluşuyor ama yaşamın her anı en güzel şekilde yansıtılıyor. Alıntı bu bölüm için uzun, ama okumaya değer;
…Kanser hastalarına, hiddetlerini tümörlerine yöneltmeleri ve hastalıkla, değerli her şeylerini çalmaya çalışan nefret edilecek, şeytani bir düşman gibi “savaşmaları” söylenir. Klinik açıdan yararlı bir teknik kuşkusuz ama bunun duygusal yanlarını ciddiye almamak gerekir. Kanser şeytani olmadığı gibi düşman da değildir. Kanser, çok gerekli bir amaç için evrimleşmiş bir biyolojik süreçtir amacı ise bizi öldürmektir.
Biz her ne kadar kendimizi organizmalar olarak görsek de, aslında bizler trilyonlarca uzmanlaşmış hücreden oluşmuş toplumlarız, kan hücreleri, sinir hücreleri, kas hücreleri, salgı bezi hücreleri vb. Bunlar, genelde toplumun yararını sağlamaya yönelik olarak konulmuş toplumsal yasalar doğrultusunda davranırlar. Bizler, içindeki arıları mikroskobik hücrelerimiz olan dev arı kovanları gibiyiz.
Her toplumda, toplum yasalarını hiçe sayarak kendi keyiflerine göre hareket etmek isteyen bireyler de bulunur. Aynı şekilde, bizim vücudumuzda da, büyümelerini denetleyen yasalara uymayan başıbozuk hücreler ortaya çıkabilir. Bu sapkın hücreler durmadan bölünüp çoğalarak hiçbir görevi olmayan doku kütleleri oluşturur, başka organlara baskı yapar ve besin maddelerini zorla ele geçirirler. Bunlar zamanla olağan yaşam yerlerinden kaçarak vücudun başka bölgelerine de metastaz yaparlar. İnsan suçlularda olduğu gibi, bu toplum dışı hücreler de, içinde yaşadıkları topluma karşı sorumluluk duymaz ve ellerine olanak geçtiğinde onu yok etmekten çekinmezler. Gerçekten de kanser tam olarak bu nedenle evrimleşmiştir, içinde yaşadığı organizmayı yok etmek için.
Normal olarak tanımlanmış boyut sınırlarının üzerindeki büyüklüklere ulaşacak şekilde büyüyen hücrelere, neoplastik hücreler denir, dokuları işgal edip yok eden veya yerlerinden ayrılıp vücudun diğer bölümlerine atlayan neoplastik hücrelere ise kanserli hücreler denir. Bütün kanserler neoplasia olmakla birlikte her türlü neoplasia kanser değildir. Örneğin bildiğimiz siğiller neoplastik olmakla birlikte kanser değildir.
Yaşlı insanlarda oluşan lekeler neoplasiadan kaynaklanır. Kanserin dışında, erkeklerdeki prostat büyümesi, göz kataraktları, dejeneratif artirit ve atherosclerosis (damar sertliği) normal dokunun kontrolsüz çoğalmasının sonucudur. Hatta, Alzheimer hastalığı gibi bunaklığa yol açan beyin hastalıkları da astrocyte adı verilen beyin hücrelerinin neoplastik aşırı büyümesinin sonucudur. Bizim hücresel toplumumuz da yaşlanarak zamanla bunaklığa doğru gittikçe, neoplastik davranış yaygınlaşır ve Eski Roma Uygarlığı gibi vücutlarımız da anarşi ve yıkıma yenik düşüp yok olana kadar bu durum sürer. Yaşlı insanlarda kaçınılmaz olan neoplasia, bir hastalıktan öte, planlanmış bir eskime sürecinden ibarettir.
Kanserin evrimleşmedeki rolünü anlayabilmek için bizim ölmek için yapılmış olduğumuzu kabul etmek gerekir. Otomobiller montaj hattından belirlenmiş bir yaşam süresiyle çıktığı gibi, döllenmiş yumurta da bizleri önü alınamayacak bir süreç içinde çürüyüp ölmek için baştan programlar.
Gezegenimizdeki çok hücreli organizmaların uzun vadede varlıklarını sürdürebilmesi, onların güneşin altındaki son günlerini yaşadıktan sonra yaşam sahnesinden çekilerek yerlerini yeni oyunculara bırakmalarını şart koşar. Her yeni kuşakta genlerin sürekli karışımı ve mutasyonuyla oluşan yeni organizma yapıları, yaşama geniş çaplı iklim değişiklikleri karşısında türünü sürdürebilecek esnekliği sağlar. Aslında, bizlerin ölümsüz olmamamız için hiçbir biyolojik neden yoktur. İşin esasında bizler, beş milyar yıldır yaşayıp giden kopmamış bir protoplazma zincirinin uç ürünleriyiz. Ancak, diğer taraftan (var olabilseydiler) ölümsüzlük niteliğine sahip türler de, kendilerini boğup yok etmemek için çoğalmaktan vazgeçmek zorunda kalacaklardılar.
Doğa, dünyayı durağan, ölümsüz yaratıklarla doldurmamayı seçmiştir. Böyle yapmamış olsaydı, yaşamın bütün genetik yumurtaları tek bir sepete konmuş olacak ve ortaya çıkabilecek şiddetli bir jeolojik olay dünyadaki bütün yaşamı sona erdirebilecekti. Bunun önünü alabilmek için, gen havuzumuz sürekli hareket içinde olmak ve ortaya çıkabilecek her türlü çevresel düzensizliklerle başa çıkabilecek hızda değişebilmek zorundadır. Bu durumda yaşayan her şeyin ölmesi gerekir. Ölüm bir hata, biyolojinin eksik bir yanı değildir, aksine, koşulları sürekli olmayan bir dünyada varlığımızı sürekli kılabilmek için oluşturulmuş bir temel tasarım öğesidir. Bizim gençlikten yaşlılığa doğru inen döngümüz, aynen döllenmiş yumurtadan gelişmiş çocukluğa doğru çıkan döngümüz gibi, sağlamca genetik şifremizin içine yerleştirilmiştir.
Yaşamın döngüsü budur işte: Bir kuşak yeşerir ve yaz buğdayları gibi boy atıp gelişir, sonra kuruyup tohuma çeker. Döngü sürer gider -doğum, gençlik, erişkinlik, çocuk sahibi olmak, yaşlanıp elden ayaktan düşmek ve ölüm- bu süreç, başlangıcı belli olmayan bir zamanda kurulmuş ve ezelden beri sürüp giden bir genetik mekanizmanın işleyişidir. Bütün incelikleri ve sonsuz güzelliğine karşın, yaşamın tek bir amacı vardır: döngüyü sürdürmek. Bu döngü, bireylere, türlere, ekosistemlere en küçük bir umursama göstermeden sürer gider. Bir jeolojik devirden diğerine dönüp durarak, geçip giden yaşam döngüsünün hedefi bilinmez, hatta bu hedefin ne olduğu bizler için belki önemli bile değildir. Evet, her yeni kuşak, bir öncekinden pek az da olsa daha iyi nitelikler taşır. Ama bu iyilik tek bir amaç içindir: döngüyü sürdürebilmek. Bir kuşun tüylerinin çarpıcı renkleri, örümcek ağının karmaşıklığı, avlanan bir dişi aslanın zarafeti, bunların hepsi tek bir tema üzerindeki varyasyonlardan ibarettir: doğum, türünü çoğaltma sonra ölüm. Uyum sağla, hazırlıklı ol, varlığını sürdür.
Yırtıcı hayvanlar eliyle veya kazalar sonucunda ölümden kaçabilen şanslı varlıklar için neoplazi, çeşitli biçimler altında -kanser, bunama, kalp krizi- gelip yaşama son verir. Bu, ne kadar değerli olurlarsa olsunlar, her varlığa verilen, gelecek kuşaklara yol açmaları gerektiği anlamını taşıyan bir mesajdır. Ne kadar tedbirli bir yaşam sürdürüyor olursak olalım, damarlarımız zamanla sertleşen dokularla tıkanacak, beyinlerimiz artan beyin astrocyteleriyle zayıflayacak, gözlerimiz korneaların üstünde oluşan dokular nedeniyle görme özelliğini kaybedecek, organlarımız habis hücrelerle dolacaktır. Bu durum olayın doğasında vardır. Olması gereken budur. Biyoloji, bu hastalıkları düşman olarak görmez, aynen General Motors firmasının paslanmayı bir hata olarak görmediği gibi. Çürüyüp tükenmek, tekrardan yapılabilir mallar üreten her girişim için gerekli bir süreçtir.
Bu süreç içinde kendi harcanabilirliğimizi biz kabul edemeyiz. Kanser, birey olarak bizler için bir tehdittir belki, fakat türümüz açısından hiçbir tehdit oluşturmaz. Neoplasia etkisine girmiş insanların büyük çoğunluğu çocuk doğurma, hatta çocuk yetiştirme çağım çoktan geçmiş bireylerdir. Ayrıca, kanser, özel olarak insanları etkileyen bir hastalıktır. Doğal yaşam içindeki hayvanların, yaşlanma sonucu ortaya çıkan neoplastik hastalıklardan etkilenecekleri kadar yaşadıkları pek görülmez. Aynı şey, uygarlığın gelişiminden önce homo sapiens için de geçerliydi. Seksen yaşında kalınbağırsak kanserinden ölebilmek, her gün mamutlar ve kılıç dişli kaplanlarla boğuşmak zorunda kalan mağara insanları için özlenen bir hedef olmalıydı.
Vücudumuzda her türden kanserin üstesinden gelmeyi başarabilecek gizli bir potansiyel bulunduğunu savunan bilim adamları ve maneviyatçılar, kanserin türümüzün varlığı üzerindeki ihmal edilebilir derecedeki küçük etkisini göz ardı ederler. Benim kansere yakalanmış olmam ya da olmamam doğayı hiç ilgilendirmez çünkü insanlık çarkı bensiz de gayet güzel dönmeye devam edecektir. Biyoloji, kanseri yenmemi sağlayacak hata yapmayan bir mekanizmayı kolaylıkla bünyeme yerleştirebilirdi. Aynı mantığa göre otomobil lastiği yapan bir firma da bir milyon kilometre dayanacak bir lastik yapabilirdi. Acı gerçek şudur ki ne doğa ne de lastik firması mantıksız ölçüde uzun ömür sağlama çabası içinde değildir…